Yeni olan ne varsa ve bunların berberinde getirdiği değişimler öylesine hızlı şekilde hayatımızı istila ediyor ki mayalanarak aslından uzaklaşan kavramların geçmişini unutmak ve yeni tadına alışmak kaçınılmaz hale geliyor. İnternet bir istisna değil.
İnterneti ilk hayal eden ve muhtemelen imkan bulabilse bunu hayata geçirecek bilgiyi sahip ilk kişi 1900’lü yılların başında Nikola Tesla olmuştu.
Takvimler henüz 1930’lu yıllarda dönerken Paul Otlet ve Vannevar Bush, kütüphanelerde kitap ve resimler için arama yapılmasını ve ilgili belgelerin getirilmesini sağlayan mekanik bir sistem geliştirmişti.
1960 yılında MIT Üniversitesinde, bir psikolog, fizikçi ve bilgisayar bilimci olan Joseph Carl Robnett Licklider, doğum sancılarının başındaki bilgisayarlar için “Intergalactic Network” kavramını ortaya attı.
1960’ların sonuna doğru Amerika Birleşik Devletleri Savunma Bakanlığı’nın sağladığı fon ile ilk kez birden fazla bilgisayarın bağlandığı tek bir ortak ağ olan ARPANET yaratıldı. ARPANET bugün kullandığımız internetin atasıydı.
29 Ekim 1969’da ARPANET üzerindeki ilk mesaj UCLA ve Stanford üniversitesi arasında iletildi. Mesaj LOGIN’di ancak sistem kusursuz değildi ve Stanford üniversitesinden mesajın sadece ilk iki harfi olan L ve O harfleri alınabilmişti.
1970’li yıllarda büyük sıçrama yaşandı ve Transmission Control Protocol (TCP) ve Internet Protocol (IP) geliştirildi. TCP/IP’nin doğuşuyla üniversitelerdeki veya devlet bilgisayar ağlarındaki kullanıcılar arasında elektronik dosyalar göndermek mümkün hale geldi.
1990 yılında Tim Barners-Lee World Wide Web’i geliştirdi. Artık TCP/IP iletişim protokolü üzerinde veriyi standartlaştırmak ve görüntülemek için ortak bir dile kavumuştu.
Takip eden otuz yıl boyunca internet dünyayı sardı, sadece sınırlı sayıdaki topluluk ve işletme dışında neredeyse her şeyi değiştirdi. Bunu başardı çünkü açık bir teknoloji altyapısı olarak tasarlanmıştı.
Vikipedi, dünyanın en büyük kullanıcı küratörlüğünde bilgi ansiklopedisini oluştururken bu büyük deneyi başlatmak için kimseden izin istemesine gerek yoktu. Netflix ve Spotify’ın, dünyanın dört bir yanındaki insanların etkileşim ve medya kullanma şeklini değiştirmek için izin istemeleri gerekmedi. Salesforce, kurumsal yazılımı masaüstünden buluta taşımak için izin istemedi. Amazon’un dünyanın en büyük sanal mağazasını oluşturmak ve birkaç yıl sonra da dünyanın en büyük sanal bilgisayarını oluşturmak için izin istemesine gerek yoktu. WhatsApp, Instagram, WeChat ve Snap’ın her gün milyarlarca insanın iletişim kurma şeklini değiştirmek için izin istemeleri gerekmedi. Bunların hepsi oldu çünkü kimse internetin tekil sahibi değil. Yenilikçilik nedeniyle kendilerini tehdit altında hissedebilecek kişiler, onu durduramazlardı.
İnternet sansüre karşı bir başkaldırı, bilgiye koyulan sınırlamalara karşı bir isyan, baskıcı rejimlere karşı bir kurtuluş teknesi ve yeni dünyanın yeni keşfedilen özgür topraklarıydı. Tüm başarı hedefine rağmen internet, yarattığı hayallerin ve beklentilerin çoğunu gerçekleştiremedi.
İnternet iletişimi ışık hızına taşıyor ancak binlerce yıllık iletişim tarihindeki en büyük problemi çözemiyordu “güven.” İnternette yüz yüze temas yok ve etkileşimlere mecburen bilgisayar donanımı, yazılımı ve servis sağlayıcıları aracılık ediyor. eBay’de “Satın Al” düğmesine tıklayan veya Facebook’ta bir beğeni yapan kişi, işlemin diğer tarafında kimin veya neyin olduğunu bilmeden bunu gerçekleştiriyor. Bu süreçte tesis edilmesi gereken güven, teknik çözümlerden fazlasını gerektiriyor.
Güven isimli kitabın yazarı Francis Fukuyama, bilişim teknolojisi meraklılarının genellikle güvenin önemini göz ardı ettiğini vurguluyor, “Güven, entegre devrelerde veya fiber optik kablolarda bulunmaz. Bu teknolojiler bilgi değişimini sağlar ama güven bilgiye indirgenemez.”
Amazon ve eBay gibi şirketler bu eksiği keşfetti, güven boşluğunu doldurdu ve benzer platformlarla birlikte usulca internetin merkezileşmesi için tuğlaları üst üste koydular.
Bugün bir avuç geniş bant ve kablosuz ağ operatörü, dünyanın genelindeki erişimi kontrol ediyor. Arama, sosyal medya, reklamcılık, e-ticaret ve diğer ana fonksiyonlar az sayıda şirketin hâkimiyeti altında. Bilgilerimiz bu şirketlerin elinde ve bizleri olabildiğince kendi bahçelerinde tutmak için gayret gösteriyor. Bizler, kullandığımız internet servislerinin hizmet sunmak için bizden topladıkları kişisel verilerimiz üzerinde çok az kontrole sahibiz.
Bugün bizim tarafımızdan oluşturulan, ancak sosyal medya şirketleri, arama motorları, çevrimiçi perakendeciler, hükümetler ve bankalar gibi dijital ev sahipleri tarafından elde edilen veriler dijital feodalizmin temelini oluşturuyor. “İnternette gezinmek” yerini “internette sürünmek” kavramına bıraktı, interneti kullanan insanlar yaşamlarının en ince detaylarına dair tüm bilgileri geride bırakırken bunlardan çok büyük paraları kazanan teknoloji devleri oluyor.
İnternet açık protokoller üstünde gelişirken bu protokoller üstünde yükselen dev şirketler bizleri duvarlarla çevrili kendi bahçelerinde tutarak varlıklarını büyütüyor.
Cambridge Analytica gibi açığa çıkan skandallar muhtemelen buzdağının sadece su üstünde kalan kısmında yuvarlanan minik kartoplarından ibaret. Durumunu farkında olan insanların sayısı ve etki güçleri ise bu gidişatı değiştirmeye muktedir olmaktan uzak. Blokzinciri gibi teknolojilerin interneti kendi özüne döndüreceğine dair olan inanç ise henüz ispatlanmamış bir teoriden müteşekkil ve önünde uzun bir yol var.
Kendi ellerimiz ile yarattığımız bu durum, kaçınılmaz tadıyla turşu yemekten çok da farksız değil. Dilimizi yakan, midemizi bozabilen ama aynı zamanda lezzeti ile keyif veren turşuyu yerken ne ile karşı karşıya olduğumuzun genelde farkındayız. İnternet turşusunun hayatımızın ayrılmaz bir parçası olduğunu bilerek sofraya oturmaktan da başka çaremiz yok. Afiyet olsun.
Bu yazı Digital Age Dergisinin Mart/Nisan 2020 sayısı için kaleme alınmıştır.
Bu konuyla alakalı Youtube kanalımdaki videoyu da buraya bırakayım;