Umberto Eco 1986’da kaleme aldığı bir yazısında, “Paranın dijital bir versiyonunu değil, dijital paranın olması gerektiği gibi yeni yapısını tasarlamalıyız” demişti. Paranın şekil değiştirmenin ötesine geçerek yeni bir yapıya kavuşması için hangi adımları atmalıyız? Bu adımlardan sonra para neye benzeyecek?
İnsan bu gezegende en çaresiz dünyaya gelen canlı olabilir. Doğduğumuz andan itibaren kendi başımıza hayatımızı sürdürebileceğimiz yeteneklerden yoksun, beslenmeye, bezlenmeye ve korunmaya muhtaç bir varlık olarak bu dünyaya adım atarız.
Para soyut bir kavram olduğu için çocukluk yıllarımızda para ile olan ilişkimiz kâğıttan çok demir olanları yönelen ilgimiz ile şekillenir. Paranın satın alma gücünü keşfettiğimiz andan itibaren bunun aynı zamanda bir özgürlük alanı olduğunu da fark etmemiz çok zaman almaz. Para; yavaş yavaş mutlaka ona sahip olmamız gereken bir metaa haline dönüşmeye başlar. Karanlık gerçek ise aynı zamanda paranın da bize sahip olduğudur. Nihayetinde para için sahip olduğumuz en değerli varlığımızı, zamanı satmaya başlarız.
Peki, nasıl oldu da avcılık ve toplayıcılık ile kendimize yettiğimiz dönemlerde zaman en bol kaynak iken bugün en kıt ve genelde değersiz bir yapıya dönüştü? Bunun cevabı para kavramının kendisinde gizli.
İnsanlar küçük topluluklarda takas ile yaşamlarını sürdürebilirken zamanla daha nitelikli, uzun ömürlü ve hesap aracı olarak kullanılabilecek bir unsura ihtiyaç hissettiler. Nihayetinde nadir deniz kabukları ile bulunan çözüm yüzyıllar içinde şekil değiştirerek varlığını sürdürmeyi başardı ve adına da para dedik.
İnsanlığın gelişimine paralel olarak, birim zamanda yapabildiğimiz işlerin sayısını artıran ve/ya kalitesini yükselten teknolojinin getirdiği çözümler ile, para sürekli şekil değiştirmeye devam etti. Binlerce yıl boyunca parayı metaller, metallerin yerini alacak kağıtlar temsil etti. Elektriğin keşfi ile birlikte moleküllerin sınırlı mekanından kurtulan paranın sahiplik bilgisi artık ışığın üstüne binerek seyahat etmeye başladı. Bretton Woods anlaşmasının 1971 yılında sona ermesiyle para bu sefer somut yapısından da kurtularak sanallaştı.
Veri depolama ve transfer teknolojilerimiz geliştikçe para plastik kartlara, cep telefonlarına, QR kodlarına, internete bağlanan cihazlara, biyometrik verilerimize entegre hale geldi. Para Ancak paranın temel yapısı hiç değişmedi. Para; ürün ve hizmetlerin el değiştirmesine bir hesap ölçüsü ile aracılık eden, servetimizi ipoteklediğimiz bir değer saklama aracı görevi yapan ve nitelikleri ile onu üreten devletlerin ve/ya merkezlerin gücü adına sözleşme sağlayan bir soyut kavramdır.
Paranın Geleceğini Tasarlamak
Uzay Yolu – İlk Temas filmi 1996 yılında yayınlandığında içerisinde kısa ama müthiş bir sahne vardı. Atılgan görevi gereği zamanda geriye gider. Gittiği dönemden birisi Atılgan’ı görünce hayretler içinde Kaptan Picard’a sorar, “Bu gemiyi inşa etmek çok pahalıya patlamış olmalı?” Picard’ın cevabı tarihe geçmelidir, özetle; ”24. Yüzyılda para diye bir kavram yok. Artık toplumun gelişmesi için yeni bir anlayış var.”
200 sene içinde para kavramını gerçekten ortadan kaldırabilir miyiz?
London School of Economics’den Profesör Charles Goodhart ve Morgan Stanley Ekonomistlerinden Jonathan Ashworth paranın doğasında bulunan “Gölge Ekonomi” tanımını yaparlar. Gölge ekonomiyi oluşturan iki temel bileşen vardır: karanlık ekonomi ve gri ekonomi. Karanlık ekonomi paranın yasadışı işler için kullanılmasıdır. Gri ekonomi ise paranın yasal ama kayıt dışı işler için kullanılmasıdır. Her ikisinin birleşimi gölge ekonomiyi oluşturur.
İşin doğrusu elimizdeki teknolojiler ile paranın karanlık yüzünden bugün kurtulabiliriz. Öte yandan Martin Mayer, 1998 yılında yayınlanan “The Bankers” isimli kitabında, paranın yaratılmasını politik bir faaliyet olarak tanımlar. Para devletlerin bir bağımsızlık göstergesi ve toplumları kontrol etme aracıdır. Muhafazakarlık, altyapının yeterince eşit dağılmadığı demografik yapılar, mahremiyet kaygıları ve teknolojiye duyulan güvensizlik bu süreci zorlaştırmaktadır.
Bugün WeChat, Amazon Go ve Uber gibi yapıların gelişimini göz önüne alarak paranın üretilme süreci ile ilgili radikal bir karar almalı ve bu süreci insanların kimliklerine bağlı hale getirecek yapılar üzerinde çalışmaya başlamalıyız. Wendy Grossman 2014’te bir konferansta: “Bizim anladığımız paradan, paranın bizi anladığı bir yapıya geçmeliyiz” diyerek bunu özetlemişti.
Kimliklerimiz bugün teknoloji ile entegre hale geldi. Arzularımız, alışkanlıklarımız, ilişkilerimiz, davranışlarımız… Bunların hepsini takip edip yönetecek dijital sistemlere sahibiz. O zaman bunları kullanarak neden kimliklerimizi güvene dayalı bir para sistemine dönüştürmeyelim ki? Böylece parayı devletler yerine topluluklar, şirketler hatta bireyler üretebilir. Blockchain gibi veri kayıt sistemleri sayesinde güven protokolleri kurulurken vergi kayıpları engellenir ve sosyal gelir dengesi oluşturulabilir.
Eğer bu yaklaşımı Bitcoin gibi doğasında anarşizm olan yapılara indirgersek yol almamız maalesef mümkün görünmüyor. Öte yandan daha dengeli ve iş birliği ile atılacak adımlar için biraz cesarete ihtiyacımız var. Bu cesaret ile attığımız küçük adımlarla hatalarımızı düzelterek Kaptan Picard’ın bizlere ipucunu verdiği bir güne ulaşmak mümkün olabilir.
Eğer bu konuyu daha derinlemesine okumak isterseniz Bankalararası Kart Merkezi için hazırladığım “Para’nın Serüveni” isimli çalışmamı şiddetle tavsiye ederim. Aşağıdaki kapak görseline tıklayarak indirebilirsiniz.
Bu yazı Digital Age Dergisinin Mayıs/Haziran 2019 sayısı için kaleme alınmıştır.